• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

ÇÖZÜM SÜRECİ TOPLUMSAL BİRLİKTELİĞİ TAHKİM ETMELİ

ÇÖZÜM SÜRECİ TOPLUMSAL BİRLİKTELİĞİ TAHKİM ETMELİ
 
Bugün dünya konjonktürünün, iç siyasi ve toplumsal ortamın ve toplumu oluşturan çeşitli unsurların beklentilerinin, devleti halkıyla bütünüyle barışık bir yapıya zorladıkları; devletin çeşitli katmanlarının (yasama, yürütme ve yargı), böyle bir dönüşümü gönüllü olarak istemeseler bile en azından açıktan karşı tavır alamadıkları gözlenmektedir.
 
Bunda, mevcut idari-siyasi yapı ile sorunların çözülemeyeceğinin ortaya çıkmasının ve toplumun değişik kesimlerinin beklentileriyle açık çatışma durumuna gelinmesinin katkısı da bulunmaktadır. Devletin halkıyla barışma çabalarının (Çözüm Süreci) tam da dünya konjonktürü, toplum beklentileri ve tarihsel gelişime uygun düştüğü ve uzunca bir süre gündemi meşgul edeceği görülmektedir.
 
Bilindiği gibi uluslaşma modern çağın toplumlara dayattığı bir dönüşümdür. Bu dönüşümün en büyük mağduru olan Osmanlı Devleti, bu süreçten olumsuz (parçalanma) yönde etkilenmiştir. Devletten ayrılan her topluluk kendi etnik unsurunu merkeze alarak uluslaşma sürecini yaşamıştır.
 
Osmanlının parçalanma sürecini durdurabilmek için çare arayan aydınlar, elde kalan bütüne bir ad vermek durumunda kalmışlar; önce Osmanlılığı bir çare olarak görmüşler ve millete de Osmanlı adını vermişlerdir.
 
Fakat farklı dinden olanların büyük çoğunluğunun bölünme, bağımsızlaşma sürecine girmeleri bu hatta tutunmaya imkân vermemiş, bu kez de çare olarak din kardeşliği düşünülmüş ve İslam Milleti tanımlamasının çözülmeyi durdurması umulmuştur. Ne yazık ki bu da beklenen hasılayı vermemiş, Balkan Müslümanları (Boşnak, Arnavut, Makedon) ve Araplar ayrılma sürecine girmişlerdir.
 
Nihayet bu topraklarda kalan, birlikte yaşama istek ve iradesi gösteren, ortak kültür ve duyguyu paylaşan nüfusa, etnik kökenine bakmadan Türk denmiş ve parçalanma bu hatta durdurulmaya çalışılmıştır. Esasında tarihsel olarak Avrupa ve Osmanlı kaynaklarında Türk ile Müslüman adlandırmaları birbirinin yerine kullanılagelmiştir.
 
Ulus devletlerin oluşum sürecinde ulus adına egemenlik erkini elinde tutan zümre, etnisiteden, soy-sop bağlantısından, kabile bağından ve din/mezhep ayrılıklarından bağımsız olarak, siyasi bir tanımlama ile devletin insan boyutunu oluşturan ve ülke üzerinde yaşayan herkesi, millet olarak tanımlamıştır.
 
Tarihsel anlayış ve uygulamada Türk Milleti adlandırması ile dini azınlıklar dışında kalan, Osmanlı bakiyesi olarak tevarüs edilen ve Cumhuriyet kurulduğunda sınırları içinde kalan nüfusun kahir ekseriyeti olan bütün Müslümanlar, Türk olarak kabul ve kast edilmiştir.
 
Bu anlayış anayasal tanımlamalarda pek yer almasa da uygulamada hâlâ yaygın bir yer tutmaktadır. Ayrıca uygulamada, yasal bir sınırlama olmasa da bazı kamu görevleri (yargıç, subay, astsubay, polis, uzman erbaş vb.)  için personel alımlarında bu tanımın esas alındığı görülmektedir.
 
“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” anlayışına uygun olarak Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk kabul eden anlayış –ki cari anayasadaki tanımlama buna uygundur- en kapsamlı tanımlama gibi gözükse de, Türkiye dışında yaşayan Türkleri kapsamamaktadır.
 
Öte yandan, söylemde, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler, Türk milletinin parçası olarak kabul edilirken, diğer etnik unsurların akrabaları böyle kabul edilmemektedir. Bu sebeple Türkiye dışında başka devletlerde azınlık olarak yaşayan Türklerin, yaşadıkları ülkelerde bireysel ve toplumsal haklarını kazanma çabaları, Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri tarafından desteklenirken, aynı destek benzer durumda olan diğer etnik kökenli vatandaşların soydaşlarından esirgenmiş, hatta bazen menfi bir tutum takınılmıştır.
 
Kuzey Irak Kürtleri ile üç beş sene öncesine kadarki ilişkiler buna örnek olarak gösterilebilir. Bu tutum Türkiye’nin diğer etnik kökenli vatandaşları ile ilişkilerinde sorunlara ve sorulara yol açmıştır.
 
Öte yandan “milleti” dar etnikçi, ırkçı bir yaklaşımla tanımlayan devletin derinliklerine gömülü etkili bir azınlık, anayasalarda yer almamış olsa da, dozu ortamın şartlarına bağlı olarak bu anlayışı topluma dayatmış ve bugün yaşanılan sorunların sebebini oluşturmuştur.
 
Kendi özel niyet ve hesaplarını bir takım Katolik kelime oyunları ve söylemleriyle (Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez kararları gereğince…(Anayasa Mahkemesinin Anayasanın kendisine vermediği bir yetkiyi kullanarak sosyal talep ve gelişmeleri tıkayıcı bir pozisyon aldığı durumlarda… vb.)) devlete ve halka dayatan bu gömülü grupların tasfiyesinin yolu 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile açılmıştır.
 
Ancak, devlet içinde örgütlenen “bir başka gömülü oluşumun”  bu grupların tasfiyesinin kazandırdığı meşruiyeti kendi dar cemaatçi emelleri için kullanmaya kalkması, hem bu grupların tasfiye edilme sürecini akim bırakmış, hem de yargı sistemine ölümcül bir darbe vurmuştur.
 
Bütün bu tanımlama çabalarından sonra milleti, aynı ortak geçmişe sahip olmaktan kıvanç duyan, ortak bir dili konuşan, aynı yaşama kültürünü paylaşan ve gönüllü birlikte yaşama iradesi taşıyan insanların oluşturduğu topluluk olarak tanımlayabiliriz. Bu insanların aynı dili konuşmaları, aynı dine/mezhebe inanmaları, aynı soydan gelmeleri, dahası kendilerini aynı medeniyetin devamı olarak hissetmeleri aralarındaki tesanüt ve bağlılığı artıracaktır.
 
Ancak, sosyolojik bir vakıa olan milletin anayasalarda tanımlanmaya çalışılmasının, geçmişteki yanlış uygulamaların da etkisiyle, bölünmelere, kırgınlıklara ve ayrışmalara yol açtığı gözlenmektedir. Bunun yerine vatandaşa kim olduğuna karar verme özgürlüğü tanınarak, anayasalarda milleti tanımlamak yerine, vatandaşlık tanım ve düzenlemesi yapılmalı, burada, vatandaşın hakları, yükümlülük ve ödevleri belirtilmelidir.
 
Böylece Osmanlıdan beri bizatihi ayrıştırıcı bir ögeye dönüşen milleti tanımlayarak milleti bölme fitnesinden kurtulunmalıdır. Türk kökenli olanlar kadar, diğer etnik kökenli olanların da bu ülkeyi sevebilecekleri, kendilerini bu toplumun bir parçası olarak görebilecekleri, yurtsever birer vatandaş olarak bütün hizmetlerde yer alabilecekleri bir siyasi, idari ve sosyal ortam oluşturulmalıdır.
 
Kendilerini, dilerlerse “Türküm”, dilerlerse “Türkiye Kürdüyüm”, “Türkiye Ermenisiyim” biçiminde tanımlayabilecekleri bir hoşgörü ve barış ortamının oluşturulmasının, devlet toplum kaynaşmasına hizmet edeceği, devletin varlığını tahkim edeceği düşünülmelidir.
 
Zaten verilmesi çok geciktirilmiş vatandaş haklarının, hiçbir grup, zümre ya da örgütle pazarlık yapmadan verilmesi en doğru yoldur. Ancak, devletin siyasi egemenliğinin paylaşılması ve zamanla yok edilmesi manasına gelebilecek, kimi tarihte denenmiş ve olumsuz sonuçlarıyla yüzleşilmiş; anadilde eğitim, federasyon, özerklik gibi orta ve uzun vadede bölünmeye yol açabilecek yaklaşımlardan kaçınılmalıdır.
 
Devletin dili yerine "resmi dil" “ortak dil” tanımlaması getirilerek Türkçenin, egemenlik hakkı olarak, kamu hizmetlerinde ve eğitimde kullanımı zorunlu olmaya devam etmelidir. Türkçenin hem resmî dil, hem ortak dil hem de eğitim dili olarak toplumsal kaynaştırıcı olması sağlanmalıdır –ki bu hâlihazırdaki durumu da yansıtmaktadır.  Ancak bu durum anadili farklı olan unsurların zorunlu olmayan “anadil eğitimi” alma hakkını kullanmasına da engel olmamalıdır.
 
Baki Kaya
Konuk Yazar