• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

ŞARK MESELESİ YA DA TÜRKİYE'NİN BATI İLE NETAMELİ İLİŞKİSİ-II

ŞARK MESELESİ YA DA TÜRKİYE'NİN BATI İLE NETAMELİ İLİŞKİSİ-II
 
 
Şark Meselesi genel olarak; XIX. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, XX. yüzyılda da tüm topraklarının paylaşılarak Osmanlı Devletinin ortadan kaldırılması anlamında kullanıldı. Şark Meselesi gerçekte bir doğu sorunu değil, bir Avrupa sorunu, Avrupa’nın siyasi güç dengesinin ve doymak bilmez sömürme iştihasının ortaya çıkardığı bir sorundu.
 
Batılı devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık bir kuvvet olmaktan çıktığını, kendileri için bir tehdit olma yeteneğini yitirdiğini biliyorlardı. Sorun, ondan, kimin, hangi oranda pay alacağıydı. Osmanlı Devleti’nin herkes için uygun olmayan bir zamanda yıkılmasının, Düveli Muazzama arasında büyük paylaşım mücadelelerine yol açacağı endişesi, bir süre daha varlığının devam etmesini sağlamıştır.
 
Şark Meselesini halletmek için kimi zaman doğrudan savaşlar açılmış, kimi zaman da kışkırtılan bir Osmanlı tebaası isyan ettirilerek, Osmanlı Devleti yüzyıllardır hâkim olduğu Doğu Avrupa ve Balkan coğrafyasından adım adım uzaklaştırılmıştır.
 
Bu sorunun halledilmesi sürecinde, Kafkasya, Karadeniz’in kuzeyi, Kırım yarımadası, bugünkü Ukrayna ve Moldova’nın güneyi, Romanya, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı Devletinden bağımsızlaşmıştır.
 
Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşı öncesi ittifak arayışları, bir kuzunun onu kesin olarak kendi payı gören ve yemeye kararlı kurt, ayı ve sırtlan arasında tercih yapmaya çabalaması; bunlardan birine yakınlaşmanın kurtuluşunu sağlayacağını sanması safdilliğinden ibaretti.
 
Şark Meselesini kendileri açısından tamamen halletmek üzere kurgulanan Birinci Dünya Harbi’nden sonra, Anadolu ve Trakya’nın bir kısmı hariç[i] Osmanlı topraklarının elden çıkması, Lozan Antlaşması’nı müteakip Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi, Türkiye’de, düşmanlıkların bittiği, Batılılarla dost olunduğu zehabını uyandırdı.
 
Bu süreçte dış siyaset, Batılıların niyetlerini okuyup ona uygun bir pozisyon almak zannediliyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca birçok batılı kuruma üye olunup, geçmişten tevarüs edilen mirasla bir ilişkinin kalmadığına dair güvenceler veriliyor, çok kısa bir süre önce hâkimiyetimizde olan topraklar ve orada bırakılan milli unsurlarla tüm irtibatlar kesilip, adeta geçmiş bin yıl inkâr ediliyordu.
 
O kadar ki, terk edilmek zorunda kalınan topraklarda bırakılan unsurlar, yaşadıkları bölgelerde bağımsızlık ilan edip yardım ve tanınma istediklerinde, “Misak-ı Milli dışında Türk unsuru tanınmadığı” söylenmekle kalınmayıp, bir de düşmanlarına ispiyonlanıyorlardı[ii].
 
Milletimizle alâkası müphem olan Sümerler, Etiler, ya da Müslümanlık öncesi Orta Asya’daki Turani kavimlerle irtibat kurularak, söylencelere, sanılara ve sanrılara dayalı yeni bir tarih ve kimlik inşa ediliyordu.
 
Toplumu modernleştirme amacıyla yapılan Batılılaştırma hamleleriyle, toplumun geçmişiyle tüm bağlarını kesecek bir yaşama biçimi kurgulanıyor; kılık kıyafetten alfabeye, ölçü ve tartıdan takvime, hukuk sisteminden sosyal hayata insanı ve toplumu bütünüyle kuşatan, adeta düşmanının aynısı olmayı kurtuluş sayan bir yabancılaşma dayatılıyordu.
 
Batılılarla bir araya gelişlerde, onlara ne kadar benzenildiği, ne kadar Batılı ve medeni olunduğu, ne kadar aynı değerlerin paylaşıldığı anlatılarak adeta onlardan onay bekleniyor; onların nezdinde insan, medeni, müttefik olunduğu ve ortak değerler için mücadele edildiği zannediliyordu.
 
Yaşanan değişim, Batılılar tarafından övgülerle karşılanırken, yurt içinde direniş ve isyanlarla karşılanıyor, yabancılaştırma girişimlerine direnenler “İstiklal Mahkemeleri”nde yargılanarak bunlardan birçoğu idam ediliyordu.
 
Oysa “Batılı müttefiklerimiz” için değişen bir şey yoktu. Kurdukları hegomonik düzene başkaldıran veya başkaldırma ihtimali olan her oluşumu barbar ve terörist olarak niteliyor; “sadece Batı yarımkürede yaşayanların ruh taşıdığı ve dolayısıyla onların kurtuluşa, barışa ve huzura layık olduğuna[iii]” inanıyorlardı. Onlar, öteki olmadan kendilerini tanımlayamıyor, kendi dışındakilere bakarken insanı değil, binlerce yıldır bilinçaltlarında oluşan bir nesneyi görüyorlardı.
 
Aslında Birinci Dünya Savaşını bitiren Versay Barış Antlaşması ve İkinci Dünya Savaşını bitiren Yalta ve Postdam konferansları ile kurulan düzen, sadece savaşın galiplerinin çıkarlarını ve dünya sistemi üzerindeki hegomon rollerini garanti altına alan adaletsiz bir düzendi. Bu düzende tüm insanlık, tarihi kin ve hesaplarını hiçbir zaman unutmayan, rastladığı her toprak ve insan topluluğunu “sahipsiz”[iv] ilan ederek el koyan, kendi dışındaki her türlü değeri aşağılamaktan, kaynağı sömürmekten ve yok etmekten başka bir yaşama biçimi geliştirememiş vahşi bir saldırganlıkla karşı karşıya kalıyordu.  
 
Bu durumu örneklemek üzere yazının başlangıcında sunulan “İslam’ın Yükselişi ve Düşüşü” adlı grafik, Batının “uzun savaşını” ya da Şark Meselesini açıklamak üzere, 2-7 Nisan 2006 tarihleri arasında Washington’da düzenlenen, Müşterek Meskûn Mahal Muharebeleri(Kent Savaşları) Sempozyumu'nda kullanılmıştır.
 
Grafikte, İslam'ın devletleşmesiyle (622) başlayan bu uzun savaş, bir Hıristiyanlık-Müslümanlık savaşı, bir Batı-Doğu savaşı olarak sunuluyor. Müslümanların güçlenme, yayılma dönemlerinde İslam'ın (terör) grafiği hep yükseliyor ve Fatih Sultan Mehmet- Yavuz Sultan Selim dönemlerinde zirveye ulaşıyor. Kanuni döneminde başlayan duraklama ve düşüş eğilimi, 1798’de Mısır’ın Napolyon tarafından işgaliyle ivme kazanıyor. 1919 Versay Antlaşması ile neredeyse varlığına son verilen İslam, 20. yüzyılda yeniden dünya sistemini tehdit eden bir eğilime giriyor ve yükselme trendini sürdürüyor.
 
Bu uzun savaşta, Haçlı Seferleri, Müslümanların Endülüs’ten çıkarılması, İstanbul'un fethi, Viyana kuşatmaları, Napolyon'un Mısır'ı işgal girişimi, sömürgecilik, karşı sömürgecilik, Birinci Dünya Savaşı, Versay Antlaşması ve Osmanlı Devleti’nin tarihten silinmesi, Filistin'in sömürgeleştirilmesi, işgali ve üzerinde İsrail diye bir devletin kurulması, İran İslam Devrimi gibi olaylar, hep aynı sürecin farklı taraflarının değerlendirilmesinde veri olarak kullanılmıştır.
 
Bahsi geçen sempozyumun tartışma ve takdimlerinde, İsrail, Afganistan, Doğu Timor ve Güney Sudan'da yürütülen teröre karşı savaş durumu tartışılıyor. Seminerde, kuruluş törenine(inauguration ceremony) dönemin ABD başkanı Clinton’ın bizzat katıldığı, Endonezya'dan koparılan Doğu Timor’da, Endonezya’nın yaptığı terör eylemlerinden bahsediliyor. Hâlbuki burada ayrılıkçı terör eylemlerini yapanlar Doğu Timorlular olmasına rağmen, Endonezya devleti terörist eylem yapmakla suçlanıyor.
 
Benzer bir olay Güney Sudan'ın Sudan’dan ayrılmasında da görülüyor. Burada da terör eylemleriyle meşru devlete karşı başkaldıran Güney Sudanlılar özgürlük savaşçısı, bölünen ülke Sudan, terörist devlet olarak nitelendiriliyor. Her iki örnekte de dikkat çeken husus, ana kütle devletin çoğunlukla Müslüman, ayrılan devletin ise Hıristiyan olmasıdır. Burada devletlerin kendi varlıklarını savunmalarının -söz konusu devlet İslam ülkesiyse- terör eylemi olarak lanse edilmesi dikkat çekicidir.
 
Afganistan ve Irak operasyonlarına katılan Amerikan askerlerine eğitim vermek üzere hazırlanmış “Hilal Taktikleri, Militan Müslümanların Savaş Yöntemleri”[v] adlı kitapta “Çanakkale Muharebeleri”nin, Müslümanların Batılılara yönelik olarak giriştikleri terörist eylemlere örnek olarak incelenen ilk vaka olması, “Batılı Mantalite”yi ifşa etmesi açısından manidardır.
 
Batılıların, Türkiye’ye bakarken hep bir “haçlı” gözlüğü taktıkları aşikârdır. Geçmişte, Türklerden/Müslümanlardan bahsederken “haydut”[vi], “barbar” sözcüğünü kullanırlardı, bugün onların yerine çok daha kullanışlı hale getirdikleri “terörist” tabirini kullanıyorlar.
 
Kendi kontrollerinde olmayan, yönetemedikleri her Müslüman topluluğun var olma mücadelesini ifsat etmek için, gerekirse El Kaide, IŞID, Eş-Şebap, Boko Haram gibi peydahlandıkları coğrafya ile hiçbir ünsiyeti olmayan terör örgütleri kuruyorlar. Bunlarla Müslüman coğrafyada tüm hayatı ve toplumu terörize ediyor, bu zeminde meşrulaştırarak uluslararası norm haline getirdikleri işgal, imha, işkence, katliam, tahkim ve algı operasyonlarıyla yeni sömürgecilik dönemini inşa ediyorlar.
 
Batılılar asla geçmişi unutmamakta, yazıp, kategorize ve analiz edip, yorumlayarak sistemleştirdikleri dünya ve gelecek tasarımlarını kurumsallaştırarak, gelecek nesillere miras olarak bırakmakta; barış ve çatışmasızlık durumunu, bir sonraki planları için hep bir kuluçka, bir hazırlık dönemi olarak geçirmektedirler.
 
Biz, millet olarak,  bir çatışmasızlık ya da barış hali yaşadığımızda, artık düşmanlıkların bittiğini, karşımızdakileri affetmemiz gerektiğini, düşmanlıkları unutarak, dostluklar geliştirilmesi gerektiğini düşünür, kelimenin tam manasıyla, affeder ve barışırız. Nitekim topraklarımızla hiçbir tarihi bağı olmayan, topraklarımızı işgale gelen İngiliz üniforması içindeki Anzakların savaştan hemen sonra “bizim çocuklarla koyun koyuna yatan kahramanlar” diye nitelenmesi, İstiklal Harbi’nden hemen on yıl sonra yükselen Türk-Yunan dostluğu teraneleri “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu göstermiyor mu?
 
Bizim bütün motivasyonumuz, tabiri caizse, yumurta kapıya gelince başlar; dar, sıkışık zaman aralıklarında mucizeler yaratır, tarih yazarız. Öfkemiz de aşkımız da kahredicidir. Sonra maç biter, gevşer, serkeşleşir, tembelleşir ve unuturuz. Ta ki yeni bir badireden geçene kadar.
 
Unutmak genellikle bize özgü bir haslettir(!). Bugün, Balkan ülkelerinin isyan ve Osmanlı Devleti’nden bağımsızlaşma süreçlerinde, bu coğrafyada katledilen, evleri yakılıp beş yüz yıldır yaşadıkları vatanlarından sürülen milyonlarca Türk ve Müslümanın ne adını anan vardır, ne de hatıralarını yaşatmak için bir anma günü.
 
Uluslararası var olma ve hâkimiyet mücadelelerinin kanlı tarihi, milletler ve toplumlar için yaşamın, dinamik bir mücadele etme, çatışma, alan kazanma ya da kaybetme süreci olduğunu göstermektedir. Bu gerçeğinin farkında olarak, bari bundan sonra I. Dünya Harbinin zor koşullarında sıkıştırıldığımız şu an elde kalan vatanı korumak, savunmak ve yüceltmek, daha sonra da akraba ve dost coğrafyalarla dayanışmak ve bütünleşmek için biraz bilinç, tarih bilinci, milli bilinç gösterebilelim.


Baki Kaya

Konuk Yazar
 

[i] Misak-ı Milli sınırlarının “Mondros Mütarekesi ilan edildiğinde askerlerimizin silahlarının namlusundan geçtiği kabul edilen hat” şeklinde tanımlanması yaygın bir inanıştır. Ankara’nın hazırladığı metinde bu hat Misak-ı Milli sınırları olarak anılır. Öte yandan İstanbul’daki Misak-ı Milli’yi kabul eden son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın Mondros’un ilan ettiği sınırların dışındaki Müslüman unsurları da Milletin ayrılmaz parçası saydığı metinlere rastlanmaktadır. Şurası muhakkak ki, şu anki Türkiye Cumhuriyeti sınırları, Misak-ı Milli sınırlarından daha küçük bir alana tekabül etmektedir. Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına rağmen Türkiye topraklarına katılamayan Musul ve Kerkük, Batı Trakya ile Suriye’nin kuzeyi bu meselede verilebilecek en meşhur örneklerdir.

 

[ii] İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanların Yugoslavya’dan çekilmesi sırasında Makedonya’da bağımsızlık için mücadele eden Türk/Müslüman Yücelciler Örgütü’nün bağımsızlıklarının tanınması ve destek taleplerine karşı İnönü Dönemi’nin Belgrat Büyükelçisi’nin verdiği cevap ve takındığı tutum için bakınız: “Mehmet Ali Ardıcı, Yücelciler 1947”

 

[iii] 1550-1551 yıllarında İspanya’nın Vallaolid şehrinde bir din adamları konseyi toplayan Şarlken, bu konseye, sadece Batı yarımkürede yaşayanların ruh taşıdığı, dolayısıyla sadece onların kurtuluşa müstahak olduğu kararını aldırmıştır.  Bu karar, Batının sömürgecilik serüveninde karşısına çıkan diğer insanların –bir ruh taşımadıkları için- malına, canına ve her şeyine kast edilmesine, ahlaki ve teolojik temel kazandırmak işlevi görmüştür. Bakınız: Henry Kissinger, World Order.

 

[iv] Emperyalistler coğrafi keşiflerle varlığını öğrendikleri bölgeleri, ilk işgal edenin bayrak dikerek sahipleneceği “no mans land” “sahipsiz topraklar” ilan ediyorlardı. Böylece emperyalist işgalci, burada rastladığı hiçbir kültürü, değeri, varlığı tanımadan orayı sahipleniyor ve sonuna kadar kuralsız bir sömürü düzeni inşa ediyordu.

 

[v] H. John Poole, Tactics of The Cressent Moon, Militant Muslim Combat Methods, Posterity Press, 2004

 

[vi] Örneğin, büyük amiralimiz Barbaros Hayrettin Paşa Batılı kayıtlarda “haydut” olarak anılmaktadır. Ortaçağ batı literatüründe Müslümanlardan ya da Türklerden “barbar” diye bahseden birçok eser mevcuttur.