• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

9 EKİM 2008 PERŞEMBE GÜNÜ, İZMİR MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ GÖREVİMDEN AYRILDIM.

Mesai bitimine kadar kimse bilmiyordu.
Akşamüzeri, yakın çalışma arkadaşlarımı topladım, durumu açıkladım.
Toplantı salonunda, derin bir sessizlik yaşandı.
Önce espri yaptığımı düşünenler, bunu söyleyenler oldu.
Böyle bir şeyden bir tek kişinin bile haberi yoktu.
İşin doğrusu, düne kadar benim de bilgim yoktu.
Ne bir kişiden böyle bir talepte bulunmuştum, ne de böyle bir göreve isteğim vardı.
Artık bu il müdürlüğü defterini kapatayım diye aklımdan geçiyordu sadece.
Bir de Ankara’ya dönme isteği içimde yoğun bir şekilde kaynayıp duruyordu.
İzmir’de bu görevde, beş yıl, beş ay, bir gün kaldım.
Belki de İzmir, bu yolculuğun ilk vagonuydu.
Bir yolculuk vardı ama tren mi gidiyordu, ben mi, bilmiyorum.
Burada ilginç insanlarla karşılaştım.
Yüzyıl sonra, bu yazıyı okuyan bir tek kişi çıkarsa, o kişiye hangi mesajı bırakmalıyım, bunu düşünüyorum.
Ya da bu beş yıl, beş ay, bir gün’den bende kalan ne var; iç dünyamda derin izler bırakan neler oldu, bunu düşünüyorum.
Kazanım olarak en değerli şeyi, tecrübeyi, bir kenara, kalın bir şekilde yazmak gerek.

Ve mavi gözlü denizi;
Her an makam odasından, derin bir dostluğun anısı olarak,
Yıldızların, ışıkların arkadaşı olarak, 
Beni yalnız bırakmayan
Kadife yürekli denizi,

ANMAK GEREK. İşte şimdi, yoğun bir yolculuğun anıları arasında, kendi sırlarımla baş başayım.
Ve gidiyorum.
Her gidiş bir hüzündür.
İster kaybedin, ister kazanın, giderken içinizde biriken duygular değişmez.

Sahi İzmir’den bende ne kaldı?

“Deniz kaldı.”
Anladık, deniz kaldı; İzmir’den bende ne kaldı?
“Dostluklar kaldı.”  Denizi de, dostlukları da besleyen sevgi kaldı. Tecrübe kaldı.

Baharın fırtınalı güzelliğini; yazın nemli, cehennemi andıran sıcaklığını; çocuklarımın, torunlarımın büyüyen ellerini fark edemediğim yoğun bir hayat, yoğun bir iş temposu yaşadım.
Bazen denizi, bazen güneşi, bazen ay’ı, bazen peşimi hiç bırakmayan çocukluğumu unuttuğum günler oldu.
Acılar çektim.
Politik, idari, insani travmalarla karşılaştım.
Gazeteler olumlu haberler de yazdılar, yanlı, çarpıtılmış, önyargılı haberler de.
Liderlikle yöneticilik arasındaki farkı yaşadım.
Cesaretin, bir lider için her şeyden önce geldiğini gördüm.
Yaptığın bir işin doğruluğuna inanıyorsan eğer, bütün dünya karşına dikilse, çıkıp savunmam gerektiğini öğrendim.
Nezaketin, insanlığın, iletişimin derin gücünü anladım.
Ve insan “ zaaflarına” takılmamak gerektiğini, herkesi bilerek, olduğu gibi kabullenmenin bir liderlik özelliği olduğunu yaşayarak öğrendim.
Zaten öğrendiğin şey, “yaşayarak” değilse, ona öğrenmek demek de doğru değildir.

  •  

Yakın çalışma arkadaşlarım, benim sevimli dostlarım!
“Birazdan buradaki görevimden ayrılıyorum” dedim.
“Hepiniz çok iyisiniz” dedim.
Üzülenler, sevinenler oldu gidiyorum diye.
Üzülenler bunu açıkça ortaya koydular; sevinenlerse, belli etmemeye çalıştılar.
Nedense, üzülenler de, sevinenler de, toplantılarda hep yan yana otururlar. Birbirlerinin dizlerine vurarak haberleşir, duygularını yanındakine yansıtırlar.
Burada da öyle oldu.
Herkesin sakladığı bir gerçek yüzü, bir de göstermek istediği yüzü vardı; her zaman!
Bunları anlamaya çalışmak, bunlara kafa yormak, “şu kişi benim hakkımda ne düşünüyor” diye merak etmek ne kadar anlamsız.
İnsan işte.
Küçücük bir tavrından dolayı, bütün iyiliklerini, bir çırpıda siler, atar.
İnsanlar böylesi durumlarda birbirlerini değerlendirirken, toplama bakmazlar. Kendi bireysel dünyalarında olan bitene bakarlar.
“Üç yıl önce,  ben şöyle bir şey yapmıştım, bu olmamış, bunu bir daha çalışalım.” demişti, “insanların içinde yaptığım işi beğenmemişti, gittiği iyi oldu” diye düşünürler.
Bunların hiçbirisi bana yansımadı.
Lidersen,  küçük duyguların esiri olmayacak ve çalışma arkadaşlarına sahip çıkacaksın.
Liderlik,  bir üst duygunun ürünüdür.
Herkes seni basit iş ve basit duygular sonucu yargılarken ve karşında dünyanın en başarılı lideri olduğunu söylerken, her ikisini de bilecek, hissedecek, ama her ikisinin de esiri olmayacaksın.

Zaaf, esarettir.

  •  

Herkes, artık senden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını;  bundan sonra bu işin yürümeyeceğini söyleyecektir.
En bilgili, en cesur, en iyi hatip sensin, senin gibisi bulunmaz diyecektir herkes.
Bilesin ki, bu sözlerin hiçbir değeri yoktur.
Hatta senin kendin hakkında düşündüklerin bile, çoğu kez yanıltıcı olabilir.
Sen kendini kandırıyorsan, insanlar bunu niçin yapmasın.

  •  

Hıçkırarak ağlayanlar vardı.
Sahte mi, gerçek mi olduğu belli olmayan; esasen çok da önemli olmayan bir duygu ortamı yaşanıyordu.
Gönlümü yokladım ve teker teker yüzlerine baktım,  hepsini seviyordum ve hepsi de toplamda iyi insanlardı.
Onları özleyeceğim.
Ayağa kalkıp teker teker kucaklaşırken, hıçkırıklar arttı.
Ne garip!
Benim içinse hayat; olağan, normal, sıradan bir günden başka bir şey gibi görünmüyor.

İzmir’den bende ne kaldı?
Temel soru bu.
Cesaret ve yine, yine cesaret!
Bilgi ve yine bilgi.
İnanç, yaslandığın temel duygu; inandığın kadarsın!
Nezaket ve sevgi
Nezaket ve sevgi
Nezaket ve sevgi
Nezaket ve sevgi
Nezaket ve sevgi

  •  

Akşamüzeri Ankara’ya gitmek üzere uçağa bindiğimde derin bir iç “muhasebe”  başladı.
İnsan bir kez kendini muhasebeye çekmeye başladı mı, bu, sadece bir olayla sınırlı kalmıyor.
Her olay hayatın bir parçası olduğundan, artık bütün hayatını sorguluyorsun.

Hayat, sorgulanmalıdır!

Hayat, sık sık sorgulanmalıdır, gücün yetiyorsa tabi.
Gökyüzünde, karanlığın içinde, zar zor seçilen beyaz bulutları seyrederken, içimde garip bir ferahlık, bir rahatlık hissettim.

Yarım asırlık çalkantılı hayat içinde yaşanmış yığınla olay vardı. Uğradığım haksızlıklar; belki çoğu farkında olmadan yaptığım yanlışlıklar vardı.

Hırs, insanoğlunun en büyük düşmanıdır.

Bütün yanlışlıkların temelinde hırs vardır.

Hırsın ibresi, olması gerekenin üstüne çıktığında, hiçbir şeyi doğru yapma şansın kalmamıştır.

İnandığın temel doğrularını savunmakla, kişisel olarak verdiğin ayakta kalma mücadelesini ayırmak gerek.
İnandığın temel değerler uğruna, ilkesel mücadele, rakiplerinde bile saygı uyandırırken,  kişisel ve hırslarından kaynaklanan mücadele herkes tarafından fark edilir ve “soğan gibi kokar.”
Beni gülümseten ve ferahlatan duyguysa şuydu: Elli yıllık ömürden sonra, kişisel olarak kin ve düşmanlık beslediğim bir tek kişinin olmaması.

Beş buçuk yıl önce bu kente geldiğim günkü duygularımla, bugün ayrılırken içimde biriken duygular arasında “derin” farklar vardı.
Geldiğim zamanlarda, kendimi, yönettiğim herkesin “amiri” olarak görüyordum.
Sonra anladım ki, aslında yönettiklerimin hizmetkârıyım. İşini doğru dürüst yapamayanların da hizmetkârıyım. Onlara öğretmek zorundayım.
İşini yaparken suç işleyenlerin de hizmetindeyim, onları suç işlemekten alıkoymak, suçun kötülüğüne inandırmak gibi bir görevim var.
Anladım ki, makamlar emir ve talimat vererek işleri yoluna koyma yeri değil, herkesin aklına ve yüreğine nüfuz ederek, oraları onarma ve adalet duygusunu yönettiklerine kabullendirme yeridir.
Ve anladım ki “sevgi” , yönetimin temel ilkesidir.
Sevmediklerinizi yönetemezsiniz.

Yönettikleriniz sizi sevmiyorsa, başarılı olamazsınız.


Kim sizden korkuyorsa, biliniz ki, aynı zamanda nefret ediyordur.
İşin görünen tarafındaki saygı, sadece nefretin çoğalmasına yaramaktadır.
Arkanızı döndüğünüzde, gıyabınızda, insanların içinde sizinle ilgili biriken duygu, gerçektir.
Gerisi yalandır.

  •  

Kin tutuğum tek kişi yok bu hayatta.
Ne güzel, özgürüm işte.

  •  

Bu beş buçuk yılda öğrendiğim en önemli şeylerden birisi de, ailemin can damarım olduğu gerçeğidir.
Yoğun ve sorumluluk alanı geniş bir işe giriştiğimizde, evimizde adeta bir gölge gibi yaşamaya başlıyoruz.
Aklımız, ruhumuz işimizin etkisinde ve perişan durumdayız.
Çocuklarımız, eşimiz, en yakınlarımız zaten bana mecburdurlar ve anlayış göstermek zorundadırlar, yaklaşımı içinde oluyoruz.
Onlarla ilgili olan her şeyi erteliyoruz.

Aileyi ertelemek, hayatı ertelemektir.

Hiçbir iş ve sorumluluk ailenin önüne geçmemelidir.

Çünkü en sonunda, her şey bitecek ve yanımızda eşimiz ve çocuklarımız kalacaktır.
Bir de yığınla entrikalarla boğuşurken şunu fark ettim:
Başına dünyanın en kötü şeyi gelse bile, en kötü iftiraya kurban gitsen, kişisel zaafların seni en kötü sonuca götürse ve tüm dünya karşına geçse bile; şayet ailen yanındaysa, ailen sana sahip çıkıyorsa, sen yine de güçlüsün demektir.
Aile, bir sığınaktır, çelikten bir kalkandır.
Ailen arkanda değilse, korunmasız, savunmasız, yapayalnızsın demektir.

  •  

Dost ile arkadaş arasındaki farkı herkes bilir.
Bu dünyada bir tek dostun varsa, bahtiyarlardansın demektir.
Dost olacak birçok insan vardır belki ama sana denk gelmesi, uzun yıllar geçmesi ve bu uzun yıllar içinde oluşmuş bağın yaralanmaması kolay değildir.
Dostluk, biraz da şans işidir.

Hayat, dostluk bağlamında birçok kişiyi sınayacak kadar uzun değildir.

Bazen dostluk, hayatın cehennem yanından seni çıkarır, alır.

Bazen aile çalkantılarında bile tutunacak dalın, sığınacak limanın olur.
Dostluk, içinde biriken ve kendinden bile kaçırdığın duyguların adresi olur.
En yakınlarına açamadığın; evladından, kardeşlerinden, annenden, babandan sakladığın ne varsa, dostun bağrında kendine yer bulur; kabul görür.

Seni kabullenen kaç kişi var hayatta?
Hayatını örtüsüz bir şekilde ortaya serdiğin ve hatta içinden geçenleri de buna kattığın zaman, gönlünde uzaklık duygusu hissetmeyeceğin kaç kişi var?

Yaralı gönlünü dostunla onarabilirsin, ancak.

  •  

Ah yaralı gönlüm,
Spil Dağı’nın eteklerinde yaşanmış öyküler kaldı,
Birlikte ağlayan türküler,
En uzak hasretin,
En yabancı gurbetin,
Burnumda tüten, dumanı kaldı.

Ağlardı dağlar, ağaçlar,

Ve çiçek derdi göz göze gelince bir bayırda:
“Derdim vardır inilerim.”
Ağlardı, anlardı beni kır çiçeği,
Ne söylesem uzun bir gurbet olurdu,
Kime kavuşsam sevdiklerimden, büyütürdü
                                                         içimin hasretini

Hasretti, gurbetti, uzaktı, daha uzaktı,
En uzaktı, belki içim uzaktı, kalbim uzaktı.

Daha uzaktım, biliyorum.

Çiçeğin kokusu,
İçindeki hasretin dumanıdır.

Spil Dağı’nın tepesinde, göz göze gelince çiçekle, aynı hasretin esiri olduğumuzu anlıyoruz.

  •  

Bu duygular içinde, gecenin karanlığında Ankara’ya iniyorum.
Çocuklarım ve torunum Eren, havaalanında karşılıyorlar.
Önce Eren’le kucaklaşıyoruz.
Eren daha kucakta. Bir yaşına bile basmadı.
Yedi ay önce doğduğunda, O da kendini bir hasretin, bir gurbetin içinde buldu her çocuk gibi.
Bu yükü, O da taşıyacak bir ömür.