• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

03 Nisan 2012

Salı

 
 
İbrahim amcam heyecan, mutluluk ve gururdan ağlayacaktı, kendini tuttu. Ama dedem hem Ulu Cami’nin önündeki meydanda yürüyor, hem de elleriyle yüzünü yarım kapatarak ağlıyordu.

            
Çarşının ortasında bir adam ağlıyordu.
Bir adam, Mehmet’ine,
Bir adam, içinde devrilmiş dağlara,
Bir adam, kan çanağı yüreğine,
Şehrin uğultusuna.
Bin dokuz yüz kırklı yıllarda ağlamayan yoktu “bir adam” gibi.
Sakalı terlememiş oğluna, “Önden buyur oğlum.” demişti bir adam.
Bir adam oğluna sarılmak,
Hıçkırmak istiyordu,
Öpmek istiyordu yanaklarından sonsuz kez.      
Bir adam yürüyordu tam ortasında şehrin,
At arabaları, nal sesleri,
Yasaklara meydan okumuş,
İnmişti en işlek meydanına şehrin.
Meydan, meydana karışmıştı.

Kâhyaoğlu Ahmet, zafer kazanmış kumandan gibi ağlıyordu,
Ve ardında görünmez ordular,
Ve her şeyini kaybetmiş, bahtsızlar gibi ağlıyordu.
Şalvarıyla, çarığıyla, Ceyhan Irmağı gibi çağıldayan gözyaşlarıyla,
Berit Dağı gibi yüreğiyle, sevinciyle,
Emeğiyle, alın teriyle, inancıyla,
Maraş’ın büyük meydanında iki Kâhyaoğlu.

“Kâhyaoğlu gibi yürüyelim İbrahim Hocam.” diyordu Kâhyaoğlu Ahmet.
İki adam,
İki yaman,
İki gariban ve iki yiğit,
İki ateş topu şehrin alnında parıldayan,
Çarıklarından utanmayan,
Doyuncaya kadar oturamamış sofraya hiçbir zaman,
Ellerinde nasırdan başka dünyalık olmayan,
Nasırlar ki, ekmeğini kendisinden çok başkası için kazanan,
Burcu burcu kokan ekmeğe ve toprağa ömrünü adayan. 

     İki adam ortasında şehrin, 
        “Kâhyaoğlu gibi yürüyelim.” diyordu babası oğluna,
           Başı dik ve yıldırım gibi ansızın,
              Ürkek ve erkek bir yürüyüşü vardı babasıyla oğlunun.

Ulu Cami’den, ulu hocaların sesleri geliyordu,
Maşallah derler biri vardı, Kâhyaoğulları’na el sallıyordu,
Boynunda yağlı urgan, gülümsüyordu
Ve Kâhyaoğulları onu görüyorlardı,

     Özlüyorlardı,
        İşte gidiyoruz Maşallah Hocam,
           Yine geliriz diyorlardı,
              Hızlanıyorlardı.

Babasıyla oğlu yan yana durunca kaleye karşı,
Çarıklarından ve utangaç
     Ve yalnız
        Ve zayıf ve çelimsiz,
           Ve kimsesiz
              Ve çaresiz adımlarından

Bir ses duyuluyordu, bir ses, bir ses, bir ses,
Gelecek çağları kucaklayan bir ses,
Seni, beni ve herkesi çağıran bir ses,
Bugünü, yarını ve yarının da ardını yaran bir ses.

Bir ses babayla ve oğluyla birlikte yürüyordu,
Kâhyaoğlu gibi yürüyelim diyen bir ses,
Kalbinde kaynayıp duruyordu şehrin, bir ses.

 
Uzunoluk’tan, Yörükselim’den, Ahır Dağı eteklerinden yıldırım gibi geçtiler.
Yorgunluk, yokuş, yokluk, açlık onlara işlemiyordu.
                                                                          . . .

Evlerine, evlerinin kokusuna kavuştular.
Öteki Kâhyaoğulları dedemin evindeydi, heyecanla bekliyorlardı.
                                                                           . . .

Yolcular gelince hepsi ayağa kalktı.
Kâhyaoğlu Ahmet, “hayâlini kurduğu” manzara ile karşı karşıyaydı. Selâm verdi ve ekledi: “İbrahim Hocam” dedi, “amcalarının ellerini öp, dualarını al.”
Hepsi, sonucu anlamıştı.
Kâhyaoğulları’ndan bir hoca çıkmıştı.
İbrahim Hoca amcalarının ellerini öpüyor, onlar da ona sarılıyor, dua ediyor, ağlamaya başlıyorlardı.        
                                                                          . . .

İbrahim Hoca yere çömeldi, Eûzu Besmele çekerek “Amenerrasûlü” okumaya başladı.
Herkes yere çöktü ve sessizce dinlediler.
İçli, doğal, bu toprağın sesi gibi hüzünlü bir sesi vardı.