• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

8 NİSAN 2010 PERŞEMBE GÜNÜ, amcamın oğlu Ahmet Aydoğan’ın vefat haberi geldi.
Telefon eden ağabeyimdi.
Ağabeyim Mehmet Aydoğan, bizim Maraş’taki büyük ailenin doğal lideri.
Herkesin işsizliği, parasızlığı, ölümü, düğünü, kavgası onu ilgilendirir.
Kâhyaoğluları sülalesinde, iyi veya kötü bir durum varsa, mutlaka ağabeyim de o işin içindedir ve çözüm tarafındadır.
O hakemdir, o dermandır, çaredir, organizatördür.
Onun verdiği görevlere, talimatlara kimse itiraz etmez, sözünün üstüne söz söylemez.
Kimin “başı ağrısa”, gecenin geç saatinde ağabeyimi ararlar ve bir çare isterler.
Mehmet ağabeyim inşaat ustasıdır.
Maraş’taki bütün büyük binaların kalıplarını o yapmıştır.
Taşerondur.
Zengin, büyük bir müteahhit olamamıştır, ama saygın, iyi niyetli, çevresine sahip çıkan, gözeten, ailesini önemseyen ve onlara zaman harcayan iyi bir insan olmuştur.
İşte Ahmet Aydoğan da, ağabeyimin baş ustalarından birisiydi.
İnşaatlarının birinin başına Ahmet’i koyar, orada gündelikçi olarak çalışan diğer ustaların sorumluluğunu ona verirdi.
Ahmet, güvenilir bir insandı.

Herkes gibi Ahmet Aydoğan’ın öyküsü de çırılçıplak, yalın, berrak ve hüzünlüydü.
Ahmet’le aynı kuşaktanız.
Çocukluğumuz birlikte geçti.
Issız dağ köyünde, bizim eve yakın iki evden birisi İbrahim amcamın, diğeri de Ahmet’in babası Abdurrahman amcamındı.
Bindokuzyüz altmışlı yıllarda, fakirlik, yoksulluk yıllarında Ahmet’le, dağların arasında birlikte yaşadık.
Çocukluğun alabildiğine özgürlük ve yaratıcılık ve güçlükler karşısında direnme olduğu yıllarda…
Kuşları o zaman tanıdık.
Yumurtalarını ve kuş yavrularının yumurtalardan çıkış süreçlerini ve anne kuşların yuvalarına ve yavrularına düşkünlüğünü…
Kuşların fedakârlığını ve merhametini…
Yabani hayvanları da o zamanlar tanıdık.
Kurtları ve acıkınca evlerimizin önüne kadar geldiklerini; çakalları, porsukları, tilkileri.
Kurbağaları, çoğalma süreçlerini birlikte yaşadık.
Böcekleri, uçanlarını, sürünenlerini; toprağın altında yaşayanlarını, toprağın üstünde yaşayanlarını.
Kelebekleri de tanıdık.
Rengârenk kanatlarını, binlercesinin havada savrulduğunu, ellerimizle kelebek bulutlarına dalarak yaşadık.
Yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, sürüngenler neredeyse hepsini teker teker tanıyor gibiydik. Bizim sevimli komşularımızdı. Ve bir farkımız da yoktu onlardan. Aynı güçlükleri, aynı güzellikleri birlikte yaşıyorduk.

Bahar gelince hepimize birden geliyordu.
Kuşlar, böcekler, hayvanlar hepimiz birden seviniyorduk.
Kış gelince, karlar başlayınca hepimiz için zorlaşıyordu hayat.
Ahmet’le ikimiz doğanın, birbirimizin bir parçası gibiydik.
Erikler, elmalar, dutlar, kirazlar, cevizler olgunlaşınca, mevsimine göre birlikte çıkardık ağaçlara.
Üzümler olgunlaşınca da günün her saati bağdaydık.
Sırtımızda, eski püskü birer gömlek, yaz kış aynıydık.
Bu şekilde sekiz yılımız geçti.

Sonra yollarımız ayrıldı.
Ailelerimiz şehre indi.
Ben okula başladım, Ahmet ise, ne iş bulursa, çalışmaya başladı.
Yıllar, yollarımızı iyice ayırdı.
Ben Ankara’nın karmaşık, zor, dolambaçlı labirentine girdim; o, oralarda sade, sıradan yaşamaya devam etti.
Maraş’ın gecekondu mahallesi Serintepe’ye her akşam elinde iki somun ekmeği, belinde testere ve keseriyle geliyordu.
Üç çocuğu vardı ki, inşaattan düşerek vefat eden ağabeyi Yaşar’ın da dört çocuğu onun ailesine kalmıştı.

Ağabeyi Yaşar’ın kaderi de farklı değildi.
O da çocukluğumuzun bir parçasıydı.
O da garibandı ve her yanı hüzünlü.
Ve sessizdi, sakindi; bir köşede varlığını belli etmeden oturan bir tabiatı vardı.
Çocukluğumuzda, birlikte ormanlarda dolaşırken içten, yanık türküler söylerdi Yaşar.
Dünyadan kopuk Kısık Vadisi, Yaşar’ın yanık türkülerine ağlardı.
Yaşar bir türkü tutturunca bayırlarda, meşe ve çam ormanlarının içinde; o yıllarda henüz nesli tükenmemiş ne kadar hayvan, haşarat varsa, tümü de sessizliğe bürünürdü.
Yaşar’ın türküsü, Kısık Vadisinin ağıtıydı besbelli.
Yaşar söyler, Kısık Vadisi ağlardı.
Ceyhan ırmağı ise, bu ağıtın gözyaşıydı, sel olurdu. Ve bu sel, kendisini kayalara çarparak, derin çevliklerde çevrilerek, köpürerek, durgunlaşarak, azgınlaşarak akardı.
Yaşar türkülerine başlayınca, Ceyhan ırmağını kimse tutamazdı.
Ceyhan ırmağı Akdeniz’e kadar koşardı.
Ve Yaşar’ın yanık türküleri, böylece, Ceyhan Irmağı kanalıyla Akdeniz’e karışır; Yaşar’ın adını bilmediği, varlığından haberinin olmadığı diyarlara ulaşırdı.
Ormanın en arsız varlığı cır cır böcekleri bile susardı.
Yaşar’ın türkülerinin yankısı yüreğimize vururdu.
Yaşar niye bu kadar hüzünlüydü, biz bu ormanların ve ıssız bayırların ve derin Kısık Vadisinin özgür çocukları niçin bu kadar içliydik, bilmiyorum.

Sonra Maraş’a taşındık.
Yaşar da kardeşi Ahmet gibi, Mehmet ağabeyimin en güvenilir ustabaşılarından birisi oldu.
Tam yirmi üç yıl önce, bir gün Yaşar, yanık türkülerini bu kez de inşaatın dördüncü katında söylerken, dengesini kaybederek düştü ve yere çakıldı, öldü.
Henüz otuz yaşlarındaydı.
         
Yaşar’ın ölüm haberini de, yine ağabeyim Mehmet Usta verdi.
Yine uzaklardaydım.
Yine gurbette yakalanmıştım.
Yine içimde derin depremler oluştu.
Ağladım, hıçkırdım, türküler söyledim kendi kendime. Yazdım ve yalnızdım.

Yaşar’ın dört küçük yetim çocuğu kaldı geriye.
Ahmet üstlendi bu dört yetimin bakımını.   
         
Anneleri de köyden, yaşlı bir adamla evlendi gitti.
Bu dört çocuğun hayatını, ruh dünyalarını, kenar mahalle serüvenlerini, anne-baba özlemlerini, ezik kişiliklerini, açlık ve yoksullukla savaşlarını anlatmak, ancak güçlü bir yazarın kaleminin işi.

Anılacak, anlatılacak bir de Cemile kadın var: Ahmet’in iyi yürekli eşi.
Yaşar’ın çocukları yetim kalarak Ahmet yanlarına alınca, Cemile bunları hiç yüksünmedi. Hatta teşvik etti Ahmet’i bunları da kendi çocuklarının arasına katmak için.
Cemile, okuma yazması bile olmayan, gariban, iyi yürekli bir köylü kızıydı.
Çok az kişinin yapacağını yaptı.
Bastı bağrına bu yetim çocukları.
Çamaşırlarını yıkadı, tırnaklarını kesti, altlarını değiştirdi, yıkadı, arındırdı, yemeklerini pişirdi Cemile.
Kendi çocuklarından ayırt etmedi.
Yalnızlığını, çaresizliğini yüreğine gömdü; sessiz, kimsesiz ortamları seçti ağlamak için. Yük ağır geldi, ama ağır demedi.
Asil ve yiğit durdu hep.
Ahmet’in arkasında oldu.

Cemile kadının bu tutumunu, yüzüne karşı kaç kez söyledim, onore ettim.

Maraş’a her gittiğimde Ahmet’i bulur, geçmiş günlerden, ayrıntılarıyla konuşurduk.
Çiğdemler, sümbüller, kelebekler, kertenkeleler unutamadıklarımız arasındaydı.
Bazen de Ankara’dan telefonla arar, hatırını sorardım.
Ahmet’ten hiç uzaklaşmadım.
Dünya’da Ahmet’ten daha samimi birisi var mıydı, bilmiyorum?
Ağabeyi Yaşar’ın çocuklarını, kendi çocuklarını tek tek sorar, sorunlarıyla ilgilenmeye çalışırdım.
Bundan büyük mutluluk duyar, bu mutluluğu, beni de sarar sarmalardı.
Ahmet’i aramak, benim için bir kutsal görev gibiydi.
En zor anlarımda, bunalımlarımda, çaresizliklerimde, Ahmet can simidimdi.
Arardım, arınırdım.

Kendi kendime, belki de gizli bir böbürlenmeyle, ben buralara geldim, kendimi kurtardım; Ahmet’te oralarda kaldı, bunlara yardım etmeli, elinden tutmalıyım derdim.
Ahmet, ağabeyinin dört yetim çocuğuna baktı, büyüttü, evlendirdi, iş güç sahibi yaptı.
Kendi üç çocuğunu da büyüttü, evlendirdi.
Bu yüklerinden dolayı, yüzünü bile buruşturmadı.
Hep tevekkül etti.

Elinin emeğinden, alnının terinden başka geliri yoktu.
En küçük bir statüsü, prestiji olmadı.
Sıradan, basit, karın tokluğuna çalıştı, karın tokluğuna yaşadı.

8 Nisan 2010 Perşembe gecesi sabaha karşı, henüz ezanlar okunmadan, yatağında, sessizce öldü Ahmet.
54 yaşındaydı.
Kalp krizi dediler.

Ahmet’in ölümünü duyunca, derin bir muhasebe oluştu içimde.        

Ahmet garibandı, emekçiydi; yanık yüzlü, kırık gönüllüydü.
Çocukluğumuz açlık, yoksulluk, soğuk ve sıcakla savaşla geçmişti.
Bu dünyadayken yollarımız ayrılmıştı.

O, inşaatlarda, elinde testeresiyle,  keseriyle çalışarak yarım asır geçirdi.  
Yaşamadığı travma kalmamıştı.

Bense, Ankara’nın bürokratik ve sosyal katmanları arasında, kendi vicdanımla boğuşarak yarım asır geçirdim.

Kaybedince anladım ki, hayat yolculuğunda, Ahmet benden daha kârlıydı.

Bu dünyada ben O’nun elinden tutamadım.
Bilmiyorum, ihtiyacım olduğunda, Ahmet benim elimden tutacak mı?

Bugüne kadar, hep Ahmet’in bana ihtiyacı var sanıyordum.
Ne çok yanılmışım.

Meğer Ahmet’in himmetine ihtiyacı olan benmişim.