• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Yirmi beş yıldır, hemen hemen her gün günlük yazıyorum. Bu, ömrümün yarısı demektir. Bunu kimden öğrendim, hangi etkiyle başladım hatırlamıyorum ama, yaptığım en doğru işlerden birisi diye düşünüyorum.

Günlük yazmak, her gün kendi fotoğrafını çekip, bu fotoğrafları bir kenarda biriktirmeye benziyor. Sonra da, arada bir çıkarıp bakmak gibi bu fotoğraflara, açıp okuyorsun eski günlüklerini.

“Aaa saçlarım ağarmış” diyorsun.
“O zamanlar ne kadar da gençmişim” diyorsun.
Gülüp geçiyorsun. Acılarına, sevinçlerine gülüyorsun. İhanet edilmişliklerine, ihanet etmişliklerine; iyi işlerine, kötü işlerine; sıkıntılarına, esenliklerine gülüyorsun.
Tümüne birden gülüyorsun hayatın.
Unutulmayan bir şey ya da unutamadığın bir isim kalmışsa geçmişten; bir dost kazınmışsa yüreğine, o zaten sende yaşıyor demektir. Günlüğüne yazmanın ya da yazmamanın fazlaca bir anlamı olmuyor.

Geçenlerde bir dostum sordu:
“Niçin günlük yazıyorsunuz” diye.
Cevap verdim:
“Benim hayatım, zihnimin inisiyatifine bırakılmayacak kadar değerlidir. Kendi tarihimi kayıt altına alıyorum.”
Bu cevabım hoşuna gitti ve cebinden çıkardığı bir kağıda not olarak yazdı bu cümleyi.

Hareketli, serüvenlerle dolu bir hayatım oldu.
Sadece somut hayatım değil, zihin dünyam da oldukça karmaşık, girift, savruktu. Hala da öyle. Aslında sadece somut yaşadıklarım ya da zihin dünyam da değil, gönül dünyam da kayan yıldızlar, savrulan karlar gibiydi ve derin, deli fırtınaların yurduydu.
Bunlarla baş etmeye çalıştım; çalışıyorum.

Bazen bir tek gün içinde somut yaşadıklarımı yazıya dökmeye kalksam, sayfalar tutacaktı.
Bazen zihin dünyamda, bazen de gönül dünyamdaki bir tek gün ve hatta bazen de birkaç saat içinde yaşadığım serüvenleri yazıya dökmeye kalksam, hayatım yazmakla geçecekti.
Sabır nedir, direnmek nedir, kendi kendine yenilmek nedir? Öğrendim ki, kendinden başka kimseye yenilmiyorsun.
Bunlarla da baş etmeye çalıştım; çalışıyorum.
Ama bu, ne kadar da zordur, anlatabilsem!

Yaşadıklarımın içinde unutmaya çalıştığım hiçbir şey yok. Hatırlamak istemediğim ne bir kişi var, ne de olay. Çünkü yaşadıklarım bana ait ve onlar benim hazinemdir. Kendi irademle yaşadıklarıma zaten sahip çıkmak zorundayım. İradem dışında yaşadıklarımsa, bana armağan edilmiş acılardır ve baş tacımdır; ne diyebilirim ki?

Günlüklerime yazamadıklarım, yazdıklarımdan çok daha fazla. Ne yazık ki onlara gücüm yetmedi.
Olayları ve düşünceleri sorgulamakta oldukça usta olan zihnim kadar, cesur bir yüreğim olmadı.
Bazen, kocaman bir insanlığın ortak dili, küçük bir utanma duygusuna; küçük bir eleştiri, küçük bir dışlanmışlık, küçük bir ayıplanma duygusuna yenik düşebiliyor.
Sansür, hep başkalarından gelmiyor.
Kendikendine de en ağırını uyguluyorsun işte.
Oysa ne yaparsan yap, bütün işlediklerin, kalbinden geçenlerle birlikte önüne serilecektir. Bundan kurtuluş yok. Günlük yazmak, bir bakıma itirafıdır da insanın.
“Ah anlatamadıklarım” diyorsan, yorgunsun demektir.
“Ah yaşayamadıklarım” diyorsan, pişmansın demektir.
“Bu gün de böyle geçti; sensiz” diyorsan, yalnızsın demektir.

Yaşadıklarım içinde hatırlamak istemediğim birşey yok ama, bir çok hatam var. Onlar da bana ait ve o hataları işlememde hiç kimsenin etkisi yok.
Kesin olan şu ki, hayatta tek başınasın ve hesabını da tek başına vereceksin!
Saçların ağaracak ve bir yıldız daha kayacak gökten,
Bir damla daha düşecek gözlerinden.
Ve birkaç içli türkü daha dinleyecek kadar yine dolaşacaksın arabayla, gece yarıları caddelerde,
Ve yine en çok kendini sorgulayacaksın acımasızca,
Ve “yine hata ettim” diye ağlayacaksın kendi kendine hıçkırarak.

Kimbilir,
Günlüğüne yazamayacaksın bunları,
Ve esas günlüklerin oluşacak böylece.
Ve onlar yazılmayacak ama asla silinmeyecek de!
Ve birgün bir kibrit çöpüyle yaktığın tüm hayatından, işte onlar kalacak geriye.
Pamuk gibi atıldığı güne dağların,
Yıldızların döküldüğü güne,
Ve annelerin kucaklarındaki çocuklarını bıraktıkları güne,
Onlar kalacak.

Herkesin bir günlüğü var, ayrıntılı bir şekilde tutulan.




11 Şubat 2005 İZMİR

Akşamüzeri, Ankara’dan Ali KARAÇALI aradı: “Necmettin GEVRİ ölmüş” dedi.
Bir salon toplantısında, kürsüde Bülbül şiirini okurken kalp krizi geçiriyor ve vefat ediyor.

Nasıl yaşadıysanız, öyle ölüyorsunuz.

Derin bir hüzün çöktü içime.
Geriye ne kaldı ki, yazayım.
Evdeydim.
Salonda dolaşıp durdum.
İzmir, Kahramanmaraş’a çok uzaktı; gitsem, nasıl gidecektim? Gitmesem, içim rahat bırakmıyordu beni.
Düşündüm; hayatla rüya arasında bir fark göremedim. Dün yaşadıklarımızla, dün gece rüyada gördüklerimiz arasında ne fark vardı?
Her ikisi de bozbulanık hatırlanan ve geride kalandı.
Tanıdıklarımız bir rüyaydı; yaşadıklarımız bir rüya. Edindiğimiz mallar ve “mevkiler” bir rüyaydı. Dağlar ve kuşlar da rüyaydı belki.
Hiçbir şey yoktu bu dünyada.
İşin aslına bakarsanız, bu dünya yoktu!



14 Mayıs 1992 ANKARA

Hangisini yazsam?
Yoğun duygular taşıyorum. Bu yoğun duygu seli; bazen boğacak gibi oluyor beni. Necmettin GEVRİ Kahramanmaraş’tan geldi. Bizim evde kalıyor. Derin sohbetler ediyoruz. Öğleden sonra, Fatih YURDAKUL’u da alarak Işık Dağına çıktık. Bu, aynı zamanda bir özgürlük yolculuğudur.
Arabanın içinde üç kişi, hiçbir sansür ve rol baskısı olmaksızın, kendini yaşamaktır, kendin olmaktır. İçtenlik ve güvendir. Bahar dağları sarmıştır. Dağlar şiire ve şarkıya dönüşmüştür. Dağların gülümseme mevsimidir.
Yeni alınmış 1977 model Renault marka arabamla koşarken dağlara, dağlar da bize doğru koşmaktadır. Birazdan kucaklama başlayacaktır.
Her yer orman ve gök görünmüyor. Yerler çim. Sanki bahçıvan tarafından düzenli olarak sulanan, bakımı yapılan bir park burası. Tek tük kalmış kar kütüklerinin kenarları, sarı çiğdem çiçeklerinin, insan yüreğini ürperten cümbüşüne dönüşmüş. Kar  suları çağıldıyor; berraklığın en dokunaklı tonudur belki.
Çiğdemler, öteki çiçekler ve berrak kar suları ve çam ormanları ve çağıldayan hayatın küçük bir yansıması ve işte Necmettin GEVRİ yerinde duramıyor ve bu ıssızlığın hakkını veriyor ve yüksek sesle Bülbül şiirini okuyor.
“Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin…”
İnanıyorum ki bülbüller, dalların arasında, çalı diplerinde ve bir çiçeğin arkasında ürkek, tedirgin dinlemektedirler bu şiiri.
Birazdan onlar da başlayacaklar şiir okumaya.

Onlar Necmettin GEVRİ’yi tanıyorlar biliyorum ve belki bizden de iyi tanıyorlar.

Kuşkusuz, kişi sevdiği ile beraberdir.




23 Mayıs 1992 KAHRAMANMARAŞ

Akşamdır.
Durdu Çukur’un bağevinde, dostlarımızla birlikteyiz.
Fatih YURDAKUL var Ankara’dan. Necmettin GEVRİ, yine gönlümüzün sultanı. Mustafa KOYUNCU, İsmet CÖMERT, Nazmi ÇEKLİ, daha bir kaç kişi.
Kebaplar pişiyor, çaylar demleniyor.
Mustafa KOYUNCU Karacaoğlan’dan türküler çağırıyor. Bazen koroya dönüşüyor, bu. Neşe, hüzün aynı anda yaşanıyor.

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye

Elifin uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye




24 Mayıs 1992 Pazar

Fatih YURDAKUL ile Kahramanmaraş’tan yola çıktık.
Baharla yolculuk ve dostluk birleşti.
İnsana haz veren ne çok şey var.
Kayseri’ye gelince Erciyes Dağı bizi kendine çağırıyordu. Hiçbir işimiz yok.
Fatih’le ikimiz, Erciyes Dağını keşfe çıktık.
Arabanın çıkabildiği yerlere kadar çıktık; sonra arabayı bırakarak tırmandık; kar kütüklerine ulaştık.
Uzaktan görünen kar kütükleri, kavuşma arzumuzu kamçılıyordu.
Fatih’le ikimiz, uzun bir yolculuğu paylaşacak ve bundan derin hazlar duyacak kadar iyi dostuz.
Bu dostluğa dağları da ortak ediyoruz.
Yolda, uzaktan görünen başka dağlara tırmanma eğilimi de beliriyor içimizde ya, bunu Erciyes’e saklıyoruz.
Herkes ve her konu konuşuluyor aramızda.
Hayatın fotoğrafı çekiliyor bir bakıma ve kendimizde kalıyor.




5 Ağustos 1997 KAHRAMANMARAŞ

Bu gün salıdır.
365 günün belki de en birincisidir.
Gafarlı Köyü böyle bir gece yaşamış mıdır?
İsmet CÖMERT’in bağevindeyiz.
Mustafa KOYUNCU, yerel türkücü Halit ARABOĞLU’ndan alınan “ben bende değilem bugün” türküsünü içli bir sesle söylüyor.
Nazmi ÇEKLİ, Rasim GÜL, abim Mehmet AYDOĞAN mangalla meşguller.
Ekipte bir iki kişi daha var, herkes bir iş yapıyor.
Elektrikler kesik, ay yok, gökyüzü açık; yıldızlar kum gibi kaynıyor.
Türküler, şarkılar artık koro halinde söyleniyor. Koronun sesi Ahır Dağlarının yamaçlarında yankılanıyor.
Murat TANER’i kastederek, (Murat!) diye bağırıyor Necmettin GEVRİ, yönünü karanlığın boşluğuna dönerek ve avazı çıktığı kadar. Tüylerim diken diken. Necmettin GEVRİ, gönlünü dostluğun ateşiyle yakıyor. Yanık yüreğinden tüten dumanı hissediyorum; bende ağlamaklıyım.
Mustafa KOYUNCU’nun eli kulağında yine; karanlığa, Ahır Dağlarına, geceye ve sayısız yıldızlara ve tümü de yaralı yüreklerimize sesleniyor.

Gel halimi sorma bana
Ben bende değilem bugün
Nazlı yarim eller aldı
Ben bende değilem bugün

Kimler ağladı kimler güldü
Kimler muradına erdi
Benim nazlımı eller aldı
Ben bende değilem bugün

Gurbet gezdim adım adım
Gözümde kaldı muradım
Tenhalarda çok ağladım
Ben bende değilem bugün




HATA NOTLARI

Yoğun bir yazma arzum var.
Masama oturmak, yemek arası bile vermeden, başka hiçbir iş yapmadan sürekli yazmak istiyorum.
Romanlar, şiirler, günlükler yazmak istiyorum.
İlle de romanlar!
Hayaller kuruyorum yazmadığım romanlarla ilgili.
Kapağını düşünüyorum romanımın. Sonra içinde anlatılanları düşünüyorum; yer yer şiirselliğe dönüşmüş bölümlerinin ‘duvar yazıları’ olacak kadar akıcı, anlamlı ve kalıcı ve tabi ki etkileyiciliğini düşünüyorum.
Yazma aşkı, acı veriyor artık.
Çünkü, görevim gereği, neredeyse yirmidört saatim dolu ve tamamı önceden planlanmış işler.
Bir yandan katı, kurallı, ast-üst ilişkileri bulunan ve somut konulara dayalı bir hayat; öte yandaysa uçuk, coşkulu, kural tanımaz ve yaşadıklarını rüyalarıyla bütünleştiren bir hayat.
Her ikisini de tanıyorum ve işin iyi yanı her ikisini de seviyorum.
Kendi hayatım çünkü.

AMA YAZMALIYIM. İki ay kadar önce Fransa’daydım. Resmi ve sabahtan akşama değin kesintisiz süren, yorucu,  yoğun birkaç gün.
Akşam olup otel odamda kendi kendime kaldığımda, yorgunluktan her yanım sızlıyordu. Ama yazma arzum yorgunluğumu yendi ve ‘savaş’ şiiri çıktı ortaya.
Şiir, şairin ölümü gibidir; nerede yakalayacağı belli olmuyor.




08 Mayıs 2003 Perşembe, İZMİR.
İl Milli Eğitim Müdürü olarak göreve başladım. 
Bu cümlenin uzun bir öyküsü var aslında.

Hem iç dünyamızda olan-bitenin, hem de somut yaşananların öyküsü.
Güç olanıysa, iç dünyamızda neler olup bittiğini yazıya dökmektir.
Böylesi zamanlarda yazma yeteneğinin, büyük bir ‘lütuf’, ayrıcalık olduğunu anlıyorum.
Somut olayları, olduğu gibi yazmak kolaydır.
Cesursanız, yayınlarsınız da.
Ama kalbinizin öyküsünü yazmak, kalbinize, yüreğinize tercümanlık yapmak güç iştir.
Kalbimin peşinden gittim ve hep yazdım.
Kalbimi severim ben. Orada çok kişi var ve bir çok kişiye daha yer var.

         ●

Bu kentte hiç kimse beni tanımıyor, benim de tanıdığım yok. Ne iyi.
Ön yargısızım.
Milyonlarca insanın gözünün üzerimde olduğunu hissediyorum.
Doğallık ve samimiyet böylesi zamanlarda daha da önemli.
Her zaman ‘kendin’ olmak, bütün iş burada!

         ●

Kırkyedi yıllık ömrümün bana öğrettiği en değerli şey: dostluktur.
Para, pul, mevki-makam sahibi olmak her zaman mümkün olabilir. Ama dost olmak ve dosta sahip olmak farklı bir yüreğin yansımasıdır.
Bir kalitedir dostluk.
Emektir, sadakat ve samimiyettir dostluk ve katlanmaktır belki de.
Görünce mutlu olmaktır dostluk, görüşmenin yollarını aramaktır; içinde derin bir görme isteği duymaktır, özlemektir.
Fedakârlıktır dostluk, dostunun derdiyle dertlenmektir.
Anlamak, anlaşılmaktır dostluk söze dökmeden daha, söze dökülmemesi gereken şeyleri.
Sır tutmaktır dostluk; güvenerek anlatabilmektir en özel durumlarını bile.
Beraberken zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamamaktır dostluk; doymamak, usanmamaktadır.
Akıl yürütmek, strateji geliştirmek, yüreğini ortaya koymaktır birbirinin mutluluğu için.
Esprilerle güldürüye dönüştürmektir dostluk, en sıkıntılı zamanları bile.
Dinlenilmiş güzel bir şiirin hüznüne birlikte dalmaktır dostluk.
Dağları, denizleri, çiçekleri ve güzellikleri birlikte görmek, birlikte kutlamaktır sevinçleri dostluk.
Yaslanmaktır dostluk, asırlık bir çınar ağacına.
Karşılıksız vermek, paylaşmaktır dostluk yaşama dair ne varsa.
İnceliktir dostluk, ayrıntıdır.
Dostunun ailesini kendi ailen gibi görmek; onların ‘nezdinde de’ onore etmektir dostunu, dostluk.
Kıskançlığını çekmemek için başkalarının, geri çekilinmesi gereken yerde ‘biraz kenarda durmak’; tüm varlığını, ruhunu, canını, ortaya koymaktır gerektiği zamanda da dostluk.
En zor anında, en mutlu anında aklına ilk gelendir dost ve bunun bilinmesidir dostluk.
Uzaklığın, ‘mesafenin’ anlamını yitirmesidir dostluk.
En ‘mahrem’ duygu ve kaygının cömertçe ortaya serilebilmesidir dostluk.
Mutluluktur dostluk yaman acılar, çaresizlikler içinde bile.
Derin bir tercihidir insanın dostluk ve belki kaderidir karşısına çıkan.

         ●

İşte yeni bir serüven, yeni bir ‘mekan’ ve kendimi dostlarımdan ayrı, denizin kucağında buldum.
Bakalım, deniz bana annelik yapabilecek mi?
Annemi, yedi yaşımda kaybettim. Kırk yıldır hasretim O’na.
Nedendir bilinmez, buraya, İzmir’e geldikten sonra, annemin hayal-meyal hatırladığım yüzü, gözümün önünden hiç gitmiyor.
Kendimi, korunmaya muhtaç çocuk gibi hissediyorum.
Görevimin durumu, ‘zor’ sözcüğü ile anlatılamaz.
Ama yedi yaşından beri görmediğim annemin; hemen hergün görüştüğüm babamın ve dostlarımın ellerini hep omzumda hissediyorum.
Bu nedenle olsa gerek, sakin ve güçlüyüm.




16 Ağustos 2006 Çarşamba, İZMİR.
Demek bu yıl da Ağustosun onaltısı oldu. 
Bunaltıcı sıcak var, bana ne?

Ofisim dokuzuncu katta.
Akşama değin denizle bakışıyoruz. Bazen unutuyorum varlığını, küsüyor sanki ve bunu fark edince, yoğun tempoya rağmen, hafifçe bir göz atıyorum; Deniz gülümsüyor.
Evim de kıyısında denizin.
Her sabah uyandığımda, yatak odasından, denizin çocukları, gemiler görünüyor.
Yüreğime ayırdığım saatler
Ah yüreğim, seninle geçinmek!
Senin kahrını çekmek, İzmir’i yönetmekten zor be yüreğim!
İşte yine boş boş bakıyorsun, dolaşıyorsun, arıyorsun; deli-divanesin.
‘İşte budur aradığım’ diyorsun,
Uzaklaşıyor, uzaklaşıyorsun.
Aradığının ‘bu’ olmadığını anlıyorsun.
Kayıp gidiyorsun derinlere;
Bir şarkı, bir türküdür seni yakan,
Yoksul bir çocuğun elleri gibi uzanıyorsun,
Yetim ve çaresizsin; kalabalıklar içinde yalnızsın,
Kalabalıkları, kaprisleri ve kompleksleri görmüyorsun,
Sen neyin peşindesin be yüreğim?

İnce, nazlı, kırılgan yüreğim,
Arıyorsun biliyorum,
Ağlama yüreğim, bulursun;
Bulursun, usanırsın,
Yine ararsın, yine bulursun,
Ağlama yüreğim,
Dur ağlama; ince, kırılgan, narin yüreğim,
Hep ararsın, hep bulursun, hep yeniden ararsın.

Seni tanıyorum yüreğim.